16 Kasım 2012 Cuma

Vicdansız sıfatıyla tarihe geçmek..

Eski can dost sayın Şerafettin Elçi, Aslı Aydıntaşbaş’ın açlık grevine duran Kürt mahpuslara ilişkin sorusu üzerine, Kürdistan mücadelesi verenlerin ölümü hiçe sayan idealistler olduklarına vurgu yaparak, “bu gidişle” diyor, 10 yıla varmadan Kürdistan’ın kopacağını söylüyordu.
 
Bence, kopma çoktan gerçekleşti. Geriye kalan, Kürdistan resmen ilan edilmedir. Sayın Elçi’nin “10 yıl” dediği, başka türlü doğru olarak kopuşun resmen ilanıdır.

Bugün Kürdistan kırlarında, ot, ağaç yeşermiş, orman açmış dağlarında yangın, çocukların uykusunu çalan top atışları, uçak, helikopter gürültüsü, şehirlerde mahpushane, mahkeme, sokaklarda kurşun sesleri, zehirli gaz bulutları, polis copu, kalkanı, zırhlı araçların homurtusu, insanları havalandırıp, yere çalan tazyikli sudur.

Korkuluk kılığı içinde, korkunun duruş, davranış ve şekillerini sergileyerek, aklınca “ben varım” diyor. Dehşet saçmayı insaniyet ve işgalci alan hakimiyeti sanıyor, sonunu algılayamadan. Zulüm, zalimin son çırpışıdır, son ayak atışı…

Kurban bayramını uçak sesleri, top gürlemeleri altında, şehirleri kaplayan gaz bulutları arasında geçiren Kürdistan, dünyada eşine nadir rastlanmış bir ulusal birlik ruhu örneği vererek haftaya, genel ayaklanmayla başladı. Kürdistan mücadelesi öncülerinin çağrısı üzerine, bir günlüğüne üretimi, ulaşımı, okullarıyla hayat durdu. Kürtler dağlar, esir bulundukları cezaevlerinde çocuklarıyla dayanışma içindeydi. İşgal topraklarındaki halkların farklı atılımları, işgalcilere meydan okumaları görüldü, ama böylesine disiplinli bir örgütlülük ve öncülerine güvenle uyum içinde dayanışmanın başka bir örneği var mı, bilmiyorum.

Avrupa kıtasında Bask’ta, Galler ve İskoçya, hatta  İrlanda’da bile böylesine ulusal bir kenetlenme görülmedi.

Britanya adasının yerlileri Galliler ve İskoçyalılar, 1960’lar da başlattıkları girişimlerle, 1980’lerde dillerini özgürleştirdiler.  1990’larda da ülkelerinin efendisi olarak kendilerini yönetmeye başladılar.
Dil, Britanya adalı iki halk için de, bir insanlık onuru meselesiydi. Ama Londra için “onur kırıcı” bir dayatma değildi. TC gibi cinayetler, kırımı kanında banyo, tanklar, toplar, uçaklar, kalabalık ordularla hücumla, katlederek bastırma yerine, insana yakışan davranışla karşıladı istemleri.

“Gelin, sorunları konuşup, uzlaşarak çare bulalım” dediler.

Tarafların, her şeyi halkın kararına bağladılar. Halk oylamalarıyla, önce mahkemeler ana dillerin kullanımı özgürleşti. Sonra okullarda ana dil eğitimi başladı. 10 yılı aşkın süreden beri de, ayrı parlamentoları, hükümetleriyle ülkelerinin efendileridir Galliler, İskoçlar…

Fakat İskoçya, geniş yetkili özerklikle de yetinmiyor, bağımsızlık için referanduma hazırlanıyor. Buna rağmen İskoçya dağları top atışlarıyla sarsılmıyor, Britanya ormanlarını, tek duran açaçlarını yangına vermiyor, tuttuğu İskoçu hapsetmiyor, Gardiyanlar da tutuklu çocuklara tecavüze kalkışmıyor, İskoç mahpushanelerinde üç kişiye bir yatak düşmüyor, ikisi yatma sırasını beklerken biri uyumuyor.

Hatırlıyor musunuz, Türk Başbakanı Recep Erdoğan, “açılım” adıyla Kürtleri kandırma günlerinde gittiği Diyarbakır’da, devletin şefkatli yardımı, yatırımı olarak, modern bir cezaevinin inşaasını müjdelemişti.

Ve Kürtler, yıllar yılı “biz Orta Asya’dan geldik” diyen adamlara, “siz de insan olmayı öğrenin ve insanlığımıza kıymayın” diye yalvardılar. Çabalar nafile çıkınca çocukları “belki anlar ve düşünmeye başlarlar” umuduyla dağa çıktılar.

Fakat olmadı. Döktükleri kanla övündüler hep. Recep Erdoğan daha geçen gün, bir ülkeyi temsil eden adam adına yüz kızartıcı hal, utançların en büyüğü olarak, “biz onlardan daha karlıyız” demeye getiriyordu, katledilmiş gerilla sayısını açıklarklen.

İnsan öldürmekle övünmenin utancı bir yana, öldürülmüşler kendi yurttaşlarıydı. Ve de utanmadan, sıkılma nedir bilmeden öldürülmüşlerin yakınlarına “kardeşim” diye sesleniyor, “beni destekleyin” diyordu.

Mahpushanelerde esir ve pazarlık konusu olmak üzere rehin tutulan Kürdistan’ın çocukları, şiddete tapınma, insanlar öldürülerek sorunları örtme geleneğine karşı, derman olur umuduyla bedenlerini ölüme yatırdılar. Diyarbakır Barosu’nun açıklamasına göre, ölüme yatanların sayısı 656 kişiydi.

Kimileri, açlıkta 50. gününü tamamlamıştı. Ölüme evrilme süreciydi, bu.

Barosu, bu vesileyle yaptığı açıklama ile vicdanalara sesleniyordu:

“Cezaevlerinden, her an ölüm veya toplu ölüm haberleri gelebilir. Hiç bir vicdan, trajedik sona seyirci kalmamalıdır. Mahpusların talepleri haklı, meşru ve demokratik taleplerdir. Kürtçe savunma ve Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması her hangi bir yasal düzenlemeyi de gerektirmiyor.”

656 kişinin hayatı, gücün iki dudak kıpırtısına bağlıydı. Güç ise tek başına Recep Erdoğan idi. Ama onun vicdanı uykudaydı. Uyanma belirtisi de yoktu.

Baronun bildirisini sütununda aktaran Cengiz Çandar, “vicdansız sıfatıyla tarihe kaydolmayı hiç kimse istemez diyor” ama, hemen ardından Türk Başbakanının “dağda öldürmek ve cezaevinde ölmek yoluyla şantaja, devlet boyun eğmez”  sözlerini aktararak, tarihin yeni vicdansızları kayıtlarına geçirmeye hazırlandığını haber veriyordu.

Vicdan yoksulundan vicdan ummak beyhudeliktir. Umarım, sözü Kürdistan ulusal hareketi söyleyecek ve mücadelede olması gereken değerlerinin ölümünü engelleyecektir.
Başkaca ne diyebilir, ne diyebilirim ki…

Kaynak: Yeni Özgür Politika 01 Kasım 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder