Eski can dost sayın Şerafettin Elçi, Aslı Aydıntaşbaş’ın
açlık grevine duran Kürt mahpuslara ilişkin sorusu üzerine, Kürdistan
mücadelesi verenlerin ölümü hiçe sayan idealistler olduklarına vurgu
yaparak, “bu gidişle” diyor, 10 yıla varmadan Kürdistan’ın kopacağını
söylüyordu.
Bence, kopma çoktan gerçekleşti. Geriye kalan, Kürdistan resmen ilan
edilmedir. Sayın Elçi’nin “10 yıl” dediği, başka türlü doğru olarak
kopuşun resmen ilanıdır.
Bugün Kürdistan kırlarında, ot, ağaç yeşermiş, orman açmış dağlarında yangın, çocukların uykusunu çalan top atışları, uçak, helikopter gürültüsü, şehirlerde mahpushane, mahkeme, sokaklarda kurşun sesleri, zehirli gaz bulutları, polis copu, kalkanı, zırhlı araçların homurtusu, insanları havalandırıp, yere çalan tazyikli sudur.
Korkuluk kılığı içinde, korkunun duruş, davranış ve şekillerini sergileyerek, aklınca “ben varım” diyor. Dehşet saçmayı insaniyet ve işgalci alan hakimiyeti sanıyor, sonunu algılayamadan. Zulüm, zalimin son çırpışıdır, son ayak atışı…
Kurban bayramını uçak sesleri, top gürlemeleri altında, şehirleri
kaplayan gaz bulutları arasında geçiren Kürdistan, dünyada eşine nadir
rastlanmış bir ulusal birlik ruhu örneği vererek haftaya, genel
ayaklanmayla başladı. Kürdistan mücadelesi öncülerinin çağrısı üzerine,
bir günlüğüne üretimi, ulaşımı, okullarıyla hayat durdu. Kürtler dağlar,
esir bulundukları cezaevlerinde çocuklarıyla dayanışma içindeydi. İşgal
topraklarındaki halkların farklı atılımları, işgalcilere meydan
okumaları görüldü, ama böylesine disiplinli bir örgütlülük ve öncülerine
güvenle uyum içinde dayanışmanın başka bir örneği var mı, bilmiyorum.
Avrupa kıtasında Bask’ta, Galler ve İskoçya, hatta İrlanda’da bile böylesine ulusal bir kenetlenme görülmedi.
Britanya adasının yerlileri Galliler ve İskoçyalılar, 1960’lar da
başlattıkları girişimlerle, 1980’lerde dillerini özgürleştirdiler.
1990’larda da ülkelerinin efendisi olarak kendilerini yönetmeye
başladılar.
Dil, Britanya adalı iki halk için de, bir insanlık onuru meselesiydi.
Ama Londra için “onur kırıcı” bir dayatma değildi. TC gibi cinayetler,
kırımı kanında banyo, tanklar, toplar, uçaklar, kalabalık ordularla
hücumla, katlederek bastırma yerine, insana yakışan davranışla karşıladı
istemleri.
“Gelin, sorunları konuşup, uzlaşarak çare bulalım” dediler.
Tarafların, her şeyi halkın kararına bağladılar. Halk oylamalarıyla,
önce mahkemeler ana dillerin kullanımı özgürleşti. Sonra okullarda ana
dil eğitimi başladı. 10 yılı aşkın süreden beri de, ayrı parlamentoları,
hükümetleriyle ülkelerinin efendileridir Galliler, İskoçlar…
Fakat İskoçya, geniş yetkili özerklikle de yetinmiyor, bağımsızlık
için referanduma hazırlanıyor. Buna rağmen İskoçya dağları top
atışlarıyla sarsılmıyor, Britanya ormanlarını, tek duran açaçlarını
yangına vermiyor, tuttuğu İskoçu hapsetmiyor, Gardiyanlar da tutuklu
çocuklara tecavüze kalkışmıyor, İskoç mahpushanelerinde üç kişiye bir
yatak düşmüyor, ikisi yatma sırasını beklerken biri uyumuyor.
Hatırlıyor musunuz, Türk Başbakanı Recep Erdoğan, “açılım” adıyla Kürtleri kandırma günlerinde gittiği Diyarbakır’da, devletin şefkatli yardımı, yatırımı olarak, modern bir cezaevinin inşaasını müjdelemişti.
Ve Kürtler, yıllar yılı “biz Orta Asya’dan geldik” diyen adamlara, “siz de insan olmayı öğrenin ve insanlığımıza kıymayın” diye yalvardılar. Çabalar nafile çıkınca çocukları “belki anlar ve düşünmeye başlarlar” umuduyla dağa çıktılar.
Fakat olmadı. Döktükleri kanla övündüler hep. Recep Erdoğan daha geçen gün, bir ülkeyi temsil eden adam adına yüz kızartıcı hal, utançların en büyüğü olarak, “biz onlardan daha karlıyız” demeye getiriyordu, katledilmiş gerilla sayısını açıklarklen.
İnsan öldürmekle övünmenin utancı bir yana, öldürülmüşler kendi yurttaşlarıydı. Ve de utanmadan, sıkılma nedir bilmeden öldürülmüşlerin yakınlarına “kardeşim” diye sesleniyor, “beni destekleyin” diyordu.
Mahpushanelerde esir ve pazarlık konusu olmak üzere rehin tutulan
Kürdistan’ın çocukları, şiddete tapınma, insanlar öldürülerek sorunları
örtme geleneğine karşı, derman olur umuduyla bedenlerini ölüme
yatırdılar. Diyarbakır Barosu’nun açıklamasına göre, ölüme yatanların
sayısı 656 kişiydi.
Kimileri, açlıkta 50. gününü tamamlamıştı. Ölüme evrilme süreciydi, bu.
Barosu, bu vesileyle yaptığı açıklama ile vicdanalara sesleniyordu:
“Cezaevlerinden, her an ölüm veya toplu ölüm haberleri gelebilir. Hiç
bir vicdan, trajedik sona seyirci kalmamalıdır. Mahpusların talepleri
haklı, meşru ve demokratik taleplerdir. Kürtçe savunma ve Öcalan
üzerindeki tecridin kaldırılması her hangi bir yasal düzenlemeyi de
gerektirmiyor.”
656 kişinin hayatı, gücün iki dudak kıpırtısına bağlıydı. Güç ise tek
başına Recep Erdoğan idi. Ama onun vicdanı uykudaydı. Uyanma belirtisi
de yoktu.
Baronun bildirisini sütununda aktaran Cengiz Çandar, “vicdansız sıfatıyla tarihe kaydolmayı hiç kimse istemez diyor” ama, hemen ardından Türk Başbakanının “dağda öldürmek ve cezaevinde ölmek yoluyla şantaja, devlet boyun eğmez” sözlerini aktararak, tarihin yeni vicdansızları kayıtlarına geçirmeye hazırlandığını haber veriyordu.
Vicdan yoksulundan vicdan ummak beyhudeliktir. Umarım, sözü Kürdistan
ulusal hareketi söyleyecek ve mücadelede olması gereken değerlerinin
ölümünü engelleyecektir.
Başkaca ne diyebilir, ne diyebilirim ki…
Kaynak: Yeni Özgür Politika 01 Kasım 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder